7 Nisan 2019 Pazar

Sosyal bilimler, doğa bilimleri ve 'ilerleme' üzerine

Hobbes, Hume ve Pareto gibi sosyal bilimcilerin, teorilerini klasik fiziğin varsayımlarını ödünç alarak geliştirdikleri söylenebilir (en azından kullandıkları analojiler bakımından). Buna paralel bir gelişme olarak da, bu klasik materyalist varsayımların, bilhassa pozitivist sosyal bilimlerin altyapısını oluşturduğunu görüyoruz. Zaman içinde klasik fiziği temel alan sosyal bilim teorilerinin genellenebilir olmalarının sadece bu teorilere değil, bu temel bakış açısına olan güveni de artırmasıyla, sosyal bilimcilerin varsayımsal olarak klasik fiziksel sınırlar içinde çalışmaları neredeyse bir kural halini aldı. Pozitivistlere benzer bir şekilde, yorumcu (interpretivist) bakış açısını benimseyen sosyal bilimciler arasında da, temel ilgi alanları olan sosyal olguların fizik kurallarını ihlal etmediğine dair bir anlayış olduğu söylenebilir. (Tabi ki pozitivist ya da yorumcu olan bir kişinin bir insan olarak, tanrı gibi metafizik olguların fiziksel dünyaya müdahale edebileceğine dair inancı olabilir, ancak bu kişinin bilim adamı olarak bir nevi 'ateist' olduğu düşünülebilir.) Ancak, yorumcuların kendilerini pozitivizmden ayırırken, doğa bilimlerinin varsayımları ve yöntemlerinin sosyal dünyanın anlaşılması için kullanılamayacağını öne sürmeleri, aslında ayrımın varoluşsal değil, bilgisel (epistemological) ve hatta kimi durumlarda metodolojik düzeyde olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Kısacası, hem pozitivist hem de yorumcu bakış açısının temel olarak doğa bilimsel bir varoluş üzerine kurulu olduğu bir bilimsel çevre ortaya çıkmış oldu.

Peki sosyal bilimlerin günün sorunlarına çözüm üreten argümanlar ortaya çıkarması için doğa bilimlerine benzer bir hale getirilmesi ne kadar mantıklı? Eğer günün sorunları, insanların inşa ettiği bir sosyal ortamda meydana geliyorsa, insan yerine daha az materyal olan bir doğal bakış açısına odaklanmak tutarsızlık anlamına gelmez mi? Geniş bir açıdan bakıldığında, doğa bilimlerinin günlük hayatın sosyal bağlamından bağımsız şeyleri açıklamaya çalıştığı öne sürülebilir (örneğin fizikte kütle ve momentum gibi kavramlar). Bunun aksine, sosyal bilimlerin açıklamaya çalıştığı 'şeyler', muhteviyatı kişisel deneyim ve günlük hayatın bağlamından türemiş olay ve olgulardır (örneğin aile içi ilişkiler ya da ulus inşası). Bu nedenle, doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin temelde pek de uzlaştırılabilir olmadığı düşünülebilir. Mesela 'Mr. Perestroika' ismiyle Amerika'nın bilinen akademik dergilerine ithafen 2000 yılında gönderilen ve bir nevi manifesto niteliği taşıyan meşhur emailde, siyaset bilimi ile ekonomi arasında bir ayrım yapılması gerektiği öne sürülerek, siyaset biliminin kapsamına giren olay ve olguların temel matematik ve istatistik bilgileriyle açıklanması eleştiriliyordu. Her ne kadar bu iki disiplin de sosyal bilimler kapsamında olsa da, vurgulanmaya çalışılan konu, materyal olan ile materyal olmayan (ya da daha az materyal olan) arasındaki ayrımın unutulmaması gerektiğiydi. Fakat matematiksel ve istatistiki yöntemlerin tarihsel, yorumcu, ve karşılaştırmalı bakış açılarıyla birleştirilmesiyle ortaya çıkan çalışmaların, yaşadığımız dünyayı anlamamızı kolaylaştırdığını da unutmamız gerekir. Bir başka deyişle, doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasında metodolojik olarak geçişken olmayan sınırlar çizmek, bilimin potansiyelini görmezden gelmek olacaktır.

Son olarak, özellikle yetişmekte olan akademisyen nesil için söz konusu olduğunu düşündüğüm bir noktaya değindikten sonra, birkaç soruyla bitireceğim. Lisansüstü öğrenciler arasında, çoktandır takip edilegelen bir takım uygulamara bağlı kalma eğiliminin de, kendine has kısıtlayıcı bir yanı olduğunu düşünüyorum. Kimilerinin 'akademinin politize edilmesi' ya da 'disiplin siyaseti' diye tabir ettiği, dominant araştırma eğilimleri, iş piyasasının rekabetçiliği, 'network' inşa etme gibi faktörler, gerçekten yaratıcı araştırmalar üretilmesine engel oluyor. Eğer akademik bir çalışma, varolan teorik perspektifleri ya da yöntemleri daha önce yapılmamış bir şekilde bir araya getirilerek kullandığı ölçüde yaratıcıysa, gerçekte ne kadar yaratıcı olmuştur? Daha da önemlisi, bu şartlar altında bilimsel ve toplumsal 'ilerleme' ne kadar mümkündür? Tecrübeli akademisyenlerin, öğrencilerine ilginç buldukları ve araştırmaktan hoşlandıkları şeyleri çalışmalarına dair tavsiyeleri, ne kadar samimidir? Eğer tarafsızlık, bilimin temel kriterlerinden biriyse, değerlerinden arınmış bir sosyal bilimci adayının, değerlerle inşa ediliği öne sürülebilecek olay ve olguları araştırması ne kadar mümkündür? Yorumcu, post-yapısalcı, eleştilen teorileri kullananlar tamamen dışlanmamış olsalar da, bunların 'bilim yaptığına' dair şüpheler, akademide bir nevi kabileci bir bakış açısının hakim olduğunun işareti olabilir mi?

30 Mart 2019 Cumartesi

Avrupa Birliği'ne ve Birleşik Krallık ile ilişkilerine kısa bir bakış

Churchill'in savaş sonrası Avrupa'nın ana çerçevesinin bileşenlerinden birini teşkil eden 'Avrupa birleşik devletleri' (United States of Europe) söyleminden, de Gaulle'ün ve Thatcher'ın devletlerin üzerinde bulunan bir projeye dair şüpheci yaklaşımlarına kadar birçok tarihi lideri görmüş ve bu çerçevede bazı varoluşsal sorunlar yaşamış olan Avrupa Birliği, bugüne kadar ayakta kalmayı başardı. De Gaulle başkanlığındaki Fransa'nın Birliğin karar alma mekanizmalarını bir süreliğine terk etmesi ('boş sandalye krizi') ve 2000'lerin başındaki anayasalaşma fikrinin kamuoyu tarafından reddedilmesi gibi krizler, farklı görüşlerin muhtelif yollarla uzlaştırılmasıyla atlatıldı. Brexit referandumu da başlarda daha çok Birlik için bir meydan okuma olarak değerlendirilse de, günümüzde sorunun daha çok ayrılma kararı alan Birleşik Krallık olduğu söylenebilir. Zira referandumun üzerinden neredeyse üç yıl geçmiş olmasına rağmen, ülke Avrupa Birliği ile ilişkilerinin geleceğine dair halen kararsız.

Ayrılık kararının arkasındaki genel sebebin ne olduğunu sormak, hem AB tarihine kısa bir bakışı hem de referandum öncesi propoganda sürecinde öne sürülen temel bir argümanı görmemizi mümkün kılacaktır. Avrupa Birliği'nin bugün geldiği aşamaya baktığımızda, önce kurucu, sonra da üye devletlerin girişimleriyle şekillenen bir koordinasyon aracından, kendine ait ulusüstü mekanizmalara sahip bir kurumsal yapı haline geldiğini görüyoruz. Bir başka deyişle, üye devletler bütünleşme sürecini derinleştirir ve genişletirken AB'ye devrettikleri yetkilerle, belki de asıl hedefleri olmayan bir sonucu, yani belirli ölçüde özerklik kazanmış bir ulusüstü kurumu ortaya çıkardılar. Temel olarak son söz her ne kadar halen üye devletler uhdesinde olsa da son yıllarda günlük hayatı ilgilendiren birçok konunun, AB hukuku tarafından düzenlendiğini söyleyebiliriz. Örneğin, bugünkü haline gelmeden çok önce, henüz 1994'te, AB Komisyonu'nun 2257/94 sayılı düzenlemesi, AB ülkelerinde satılan muzların şekillerinin nasıl olması gerektiğine dair hükümler içeriyordu.

İşte Birleşik Krallık'ın AB'den ayrılmasını destekleyen temel argüman da AB'nin ülkeye gereğinden fazla ölçüde müdahale ettiği ve İngiltere'nin bağımsızlığının tehlikede olduğu yönündeydi. Bu tabi ki yeni bir iddia değil. Mesela Birleşik Krallık'ın siyasal kültürünün temel unsurlarından biri olan 'parlamento egemenliği' (parliamentary sovereingty) ilkesinin, Avrupa entegrasyonu fikriyle ters düştüğü uzun yıllardır dile getiriliyor. Nitekim Birleşik Krallık, AB'ye üye olduktan henüz iki yıl sonra, 1975'te, halkın AB üyeliğinin devam etmesine dair görüşünü ölçmek için bir referandum düzenlemiş, ancak oy verenlerin yaklaşık %70'i AB'de kalmaktan yana tercih belirtmişti. Şüphesiz ki bu tercihin günümüzde önemli ölçüde değiştiği görülüyor. Son referandumda tercihlerini AB üyeliğine son vermekten yana kullanan seçmenlerin, Brexit'in rafa kaldırılmasını tercihlerine yapılan bir saygısızılık olarak görerek, aşırı sağa eğilim göstermelerinden endişe ediliyor.

Şimdiki durum itibarıyla, Birleşik Krallık'ın AB'den 12 Nisan'da çıkması gerekiyor. Ancak 10 Nisan'da olağanüstü olarak toplanma kararı alan Avrupa Birliği Konseyi'nin İngiltere'ye ek süre tanıması ihtimaller arasında bulunuyor. Normal şartlar altında AB üyeliğine dün (29 Mart) yerel saat ile gece 11'de son vermesi gereken Birleşik Krallık, halihazırda kısa bir uzatma elde etmişti. İkinci bir şansın verilmesi, tüm üye devletlerin bu yöndeki oybirliğine bağlı, ve bunun garantisini kimse veremiyor. Bununla beraber, bana kalırsa, bugüne kadar fikir ayrılıklarının halli konusunda başarılı sınavlar vermiş AB'nin, bu krizi de uzlaşmacı geleneği ışığında çözebileceği ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Sorun her ne kadar AB'den ziyade daha çok Birleşik Krallık ile ilgili gibi görülse de, AB'nin Birleşik Krallık'a reddetmesi zor bir fırsat sunması ihtimalinin halen söz konusu olduğunu düşünüyorum.

10 Mart 2019 Pazar

Almanya'nın bir ulus inşası modeli olarak Türkiye'ye bakışı

Alman basınında Türkiye'ye adanan haber ve makalelerin sayısı, Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesini takip eden birkaç yılda zirveye ulaşmış. Stefan Ihrig, okuyucuyu düşünmeye zorlayan Atatürk in Nazi Imagination isimli kitabında, Birinci Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıkan Almanya'nın yeni bir ulus inşası sürecinde, Atatürk önderliğindeki Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet tasarımını örnek aldığını ileri sürüyor. Ihrig, bu süreçte Almanya'nın, itilaf devletine karşı direnen Türk insanını, bir mağlubiyet olarak görülen Versailles Antlaşması'nın zincirlerini kırmak için bir ilham olarak gördüğüne dair deliller sunuyor. Tabi ki iki olgu arasında nedensellik kurmayı engelleyen tarihi gerçeklerden biri, Nazi Almanyası'nın 1934-1944 yılları arasında tek parti Türkiyesi'ne oranla son derece anti-demokratik bir rejim olması. Yine de bu durum, Andrew Mango'nun yirminci yüzyılın en büyük ulus inşacısı olarak nitelediği Atatürk'ün ve O'nun devlet yönetimi modelinin, farklı devletler tarafından en azından bir kıstas alındığına dair ipuçları verebilir. Bununla bağlantılı olarak, yürütmenin tepesinde bulunan ve ulus-devleti inşa eden elite büyük bir rol vermesinden dolayı, bu modelin çok farklı saikler için kullanıma açık olduğu gerçeği, akılda tutulması gereken bir diğer nokta olarak karşımıza çıkıyor.

Ihrig'in de belirttiği gibi, 'Anadolu'da önemli bir şeylerin olup bittiğine dair haberler', Almanya'ya İngiliz ve Fransız haber kaynakları tarafından sağlanıyordu. Bu haberler daha sonra Alman yazılı basını tarafından yorumlanarak haberleştiriliyordu. Dolayısıyla, haberlerin gerçeklere dayanmasına dair şüphelerine, bunların belirli gazete ya da dergilerin politik saikleri ekseninde yontulduğu gerçeği de eklenmeli. Ne olursa olsun, Alman basınının halihazırda önyargı filtrelerinden geçirilmiş bu haberleri yeniden yansıtması, Türkiye'de olup bitenlere yer vermeye yönelik gayretleri ve dolayısıyla konunun Almanya açısından taşıdığı önemi de gösteriyor.

Aşağıda, Almanya'da o dönemde yayımlanan ve hicivsel ögelere yer veren haftalık yayın Kladderadatsch'teki bazı görseller yer alıyor. Çizimlerdeki yazıları da İhrig'in kitabından mealen çevirdim:

Fransızlar Lozan'da: Küçük kardeş John, senden hilali çaldığımı düşünmüyorsun, değil mi?

"Medeniyetin zirveleri, Türk-Yunan harbinde".
"Muhteşem! Harika! Sevgili Poincare, cesetlerden ne kadar kazandığımızı hesapla!"

"Barışçı Tarihçi". "Savaş, barışçı ruha karşı işlenen bir suç olduğunda, [bu suçu işleyen] bir ulus en şeytanca adaletsizliğe katlanmalı ...
(ve Mustafa Kemal üzerinde 'vatanın gücü ve sevgisi' yazılı bir kılıçla gelir)"

"Bir Barış Anlaşmasının Gözden Geçirilmesi, bugün önem taşıyan şey bu!"
Ama adam akıllı bir gözden geçirme nasıl olur?
Bunu tarihçilere mi yaptırmalı?
Yoksa bu işi, paragraflarda ufak değişikler yapılmak üzere diplomatik konferanslara mı bırakmalı?
Belki de bu iş, ilgili devlet adamlarının fısıldamalarıyla çözülür?
"Hayır, safsata, palavra! Bu saçmalıktır!" dedi Bismarck. "Bunu, Türklerin Sevr'de yaptıkları gibi yapın!"

"Türk", dirilerek mezarından çıkıyor.

Dr. Joseph Wirth: "Enteresan! Antant devletlerine telefon ettiğimde, rahatsız edici bir cızırtıdan başka bir şey duyamıyorum."
Mustafa Kemal Paşa: "Müsade ederseniz bir bakayım". (Ahizeye doğru) "Ben Kemal Paşa! Lanet olsun! Tekliflerinizi ne zaman ileteceksiniz?" Cevap: "Derhal, hemen!"
Kemal Paşa (Dr. Wirth'e hitaben): "Gördüğünüz üzere, işte böyle konuşulur".

2 Mart 2019 Cumartesi

Yunanistan'ın Anadolu harekatı ve başarısızlığına dair

Devletlerin kendi içlerindeki karar alma mekanizmalarında yer alan aktörlerin sayısı arttıkça, verilen kararın optimal düzeyden o ölçüde uzaklaştığı varsayılır. Bunun nedeni de, grup içinde gerçekleşen karar alma sürecindeki fikir sayısının, bireysel karar alma sürecine göre çok daha fazla olmasıdır. Çıkar çatışması ve zaman boyutunun uzaması gibi faktörler, buna katkıda bulunur. Kendisine saygı duyulan otoriter bir karakterin olmadığı, görece demokratik karar süreçleri buna bir örnektir. Ancak bu argümanı normatif bir açıdan incelemek, belirli bir aktörün baskın olduğu karar alma süreçlerini meşrulaştırdığına dair suçlamalara da yol açabilir. Dolayısıyla bu noktada normatif bakış açısından mümkün olduğunca uzak durarak, olup biten gerçeklere odaklanmak önem taşımaktadır.

Türk direnişiyle Anadolu'yu istila eden Yunanistan ordusu arasında gerçekleşen mücadele, karar alma süreçlerinin yapısının, bu karar alma süreçlerinin neticesi olan hamlelerin etkinliklerinin karşılaştırılması açısından yararlı bir örnek teşkil ediyor.

Türk direnişiyle, halihazırda bir devlet olan Yunansitan'ın karar alma süreçlerini demokratik ve otoriter uç noktalara oturtmak, elbette mümkün değil. Zira ilkinde henüz bir devlet altında faaliyet göstermeyen bir Millet Meclisinden, ikincisinde de bir devletin siyasal otoritesinden aldığı yönlendirmeyi uygulayan bir askeri yapı var. Ancak işin içindeki otorite ve liderlik faktörünü göz önünde bulundurduğumuzda bir karşılaştırma yapmak daha mümkün olabiliyor. Bir tarafta, yıllar boyunca elde ettiği deneyim ve şöhretle, idealist bir otoriteyi (Mustafa Kemal) görürken, diğer tarafta kendilerine mütemadiyen karşı çıkılan ve bunun neticesinde karar alma güçleri tehlikeye giren ve hatta sona eren kişiler (önce Papoulas ve sonra Hatzianetsis) görüyoruz. Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa gibi deneyimli mareşallerin fikrini sorarak hareket ederken, hem bu kişilerin kendisine duyduğu saygı ve güveni perçinliyor, hem de iyi eğitimli ve deneyimli kişilerden oluşan bir mekanizma tarafından destekleniyordu. Anadolu'daki Yunanistan ordusunun komutanı General Papoulas'ın emirlerine ise, bazı kurmaylar tarafından şüpheyle yaklaşılıyor, kimisi bir an önce Anadolu'nun içlerine ilerlemeyi, kimisi ihtiyatlı davranmayı, kimisi ise kuzeye, İstanbul'a yönelmeyi yeğliyordu. Bunları emir-komuta zincirinde dile getiremeyen kurmaylar, üslerinin verdiği emirleri içselleştiremden yerine getiriyordu. Aksine, Türk direnişinde sadece düzenli bir ordunun gerekleri yerine getirilmiyor, aynı zamanda alınan emirler, kendisine saygı ve güven duyulan bir milli otoriteden geliyordu.

Psikolojik boyuta da değinmekte yarar var. Türklerin zihnindeki imge, savunmaydı. Yunan ordusu ise idealist bir hücum gerçekleştiriyordu. Bir diğer deyişle, bir tarafta son taarruzu bile aslında bir savunma olan anlayış, diğer tarafta ise bilinmeyene gidilen ama bilinçsizce körüklenmiş bir hayal vardı. Bu noktada hesaba katılmasında yarar gördüğüm, bazı çalışmaların da desteklediği bir husus var: İnsanın elindekileri tutmak için riske atacağı şeyler, yeni kazanımlar elde etmek için riske atacağı şeylerden daha fazladır. Bu nedenle, Türklerin geri çekilmeleri bile, riske atacağı şeyleri azaltacak bir motivasyon azalmasına sebebiyet vermedi. Millet Meclisi'ndeki muhalefete ve kontrollü bir şekilde Sakarya Nehri'nin doğusuna çekilme kararına rağmen, gereken kaynaklar, Tekalif'i Milliye emirleri kapsamında halktan başarılı bir şekilde toplanabildi. Yunan tarafındaysa, alınan başarısızlıklar, zaten tanımadığı topraklarda ne olduğu tam olarak kestirilemeyen bir kuvvetle savaşan askerin, savaş motivasyonunu giderek kaybetmesine neden oldu. Yunan ordusunun, düşmanını Sakarya'nın doğusuna sürükleyen başarılı harekatının olumlu psikolojik etkisi bile, bu nedenle çok uzun sürmedi.

Son olarak, Yunan ordusunun, teknolojik üstünlüğüne rağmen, bazı diğer teknik konularda Türk direnişinin çok gerisinde olduğunu belirtelim. Mesela Yunanistan, karşılarında düzenli bir ordu olduğunu ancak İnönü Savaşlarında fark etmiş. Halbuki General Metaksas, Yunanistan'ı bu harekatın henüz başında uyararak, kendilerini Anadolu'da bekleyenin sadece halk değil, aynı zamanda deneyimli kurmayların komutasında bir düzenli ordu olduğunu da belirtmiş. Eğer Metaksas'ın görüşü takip edilseydi, tarihin akışı çok daha farklı olabilirdi. İkinci olarak, Yunanistan'ın cephedeki istihbaratında da hatalar olduğu görülüyor. Yunan ordusunun Büyük Taarruz öncesi Türklerin yaklaşık seksen bin asker ile iki yüz kadar topa sahip olduğuna dair istihbaratının, gerçek rakamların çok altında olduğu anlaşılıyor. Bir diğer örnek de, Papoulas'ın yerine ordunun başına getirilen General Hatzianestis'in harekatı cepheden değil, İzmir'deki karargahtan yönetmeyi seçmesi ve ordusunun önemli bir kısmını İstanbul'a yönlendirmesi gibi hatalı kararları. Özetle, işin askeri boyutunda Türk ordusunun Yunan ordusuna karşı açık bir üstünlüğü olduğu görülüyor.

18 Şubat 2019 Pazartesi

Pugaçev: Bir düzmece çar

Yemelyan Pugaçev, III. Petro olduğunu iddia ederek, 1773 yılında dönemin hükümdarı Çariçe II. Katerina'ya karşı ayaklanan bir isyankar. Tarihçi John Alexander, Pugaçev'i okuma yazma bilmemesine karşın, yetenekli bir komutan ve karizmatik bir hizipçi olarak niteliyor. Kendisinin okuma yazma bilmediği, Yüzbaşının Kızı'nda Puşkin tarafından da aktarılmış. Öyle ki romanda, Pugaçev'in, kendisine verilen bir listeyi, üzerinde yazılanları karmakarışık bulduğunu ileri sürerek okuyamayınca başyazmanına okuttuğu bir olaya yer verilmiş. Okuma-yazma bilmeyen Pugaçev, kendisinin III. Petro olduğunun yazılı ispatı olarak da, kendi üretimi olan kargacık burgacık yazılarla dolu sahte belgeler düzenlemiş. Ayrıca, vücudunda bulunan ve III. Petro'daki 'çar izleri' olarak addedilen izleri yeri geldiğinde de göstererek iddiasını daha da güçlendirmiş. (Bununla ilgili Puşkin de, romanında Pugaçev'in vücudundaki dövmelerden bahsediyor.) Tüm bu çabaları sayesinde, kalabalık bir ordu toplayıp birçok kaleyi ele geçirmeyi ve Rus ordusuna önemli kayıplar vermeyi başarmış.

Puşkin, Pugaçev'i aslında içinde sevecenlik de olan bir kişi olarak yansıtmış. Bunu görmek için, Pugaçev'in romanın ana kahramanı olan subay Piotr ile ilişkisine bakalım. Babasının emriyle orduya katılmak üzere yola koyulan genç Piotr, tipi nedeniyle kaybolduğu yolda karşılaştığı bir yabancıyı, kendisine rehberlik etmesi adına yanına alıp, ona bir de kalınca bir ceket veriyor. Piotr ve bu yabancının yolları ayrıldıktan ve aradan aylar geçtikten sonra, Piotr'ın görevli olduğu kale, isyan kuvvetleri tarafından ele geçiriliyor. Piotr, isyanın başındaki kişinin yolda karşılaştığı yabancı olduğunu görüyor. Pugaçev de Piotr'ı görür görmez tanıyor ve takip eden süreçte genç subaya, ele geçirdiği tüm tutsakların aksine yakınlık gösteriyor. Mesela Piotr'ın yavuklusuna kavuşmasına izin vermekle kalmayıp, onlar için bir düğün yapacağını da söylüyor. Bu mümkün olmasa da, genç aşıkları serbest bırakıyor.

Yemelyan Pugaçev (John Alexander,
Catherine the Great: Life and Legend, s. 178)


Puşkin'e göre Pugaçev, Piotr'ı hayatının en ümitsiz anlarında bağışlıyordu. Pugaçev'den gördüğü bunca iyiliği unutmayan Piotr da, ondan ayrılırken tuhaf hisler içindeydi, çünkü Pugaçev'i diğer isyankarlardan ayrı tutuyordu. Piotr'a kalsa, Pugaçev'i onlardan çekip almak, ülkesine yaptığı vefasızlıktan kurtarmak gerekirdi. Ancak Pugaçev'in tahtı ele geçirme azmi, bunu engelliyordu.

Peki imparatorluğun Pugaçev'in üstesinden gelmesi nasıl bir süreci takip etti?

Katerina'nın 1773 yılından önce Pugaçev'e dair bir bilgisi olduğuna dair şüpheler var, zira isyana dair haberler, Çariçe'ye 1773 Kasımı'nda ulaşmış. Ayırca Çariçe, haberi ilk aldığında bunun o dönemde sıklıkla rastlanan Kazak isyanlarından biri olduğunu düşünerek, kısa sürede kontrol altına alınarak bastırılabileceğini hesaplamış. Bu nedenle, Pugaçev üzerine öncelikle Petersburg'tan bir kuvvet göndermiş. Bu kuvvetin altı hafta sonra Moskova'ya geri çekilmek durumunda kaldığını gören Katerina, ikinci bir hamle olarak bölgeyi daha iyi bilen ve daha deneyimli bir generalin komutasında (Alexander Biblikov) gizli bir komite kurarak, isyanın üstesinden daha sistematik bir yöntemle gelmeye çalışmış. Katerina'nın emriyle yayınlanan ve isyana katılan veya katılma ihtimali olan bölgelere gönderilen bildiriler de, isyana karşı gerçekleştirilen bu sistematik mücadeleyi doğrular nitelikte. Söz konusu bildirilerde Pugaçev, Düzmece Dimitri'ye* benzetilerek, halkın bir hayduttan başka bir şey olmayan bu düzmece çara itaat etmemesi gerektiğini vurgulanmış. 1774 yılında ele geçirilen Pugaçev, yargılandıktan sonra 1775 yılının Ocak ayında Moskova'da halkın önünde idam edilmiş.

* Bir diğer düzmece çar da, kendisinin Dördüncü İvan'ın (Korkunç) en küçük oğlu Dimitri olduğunu iddia eden Gregory Otrepyev. Düzmece Dimitri, Pugaçev'in aksine, tahta geçerek İmparatorluğu bir yıl boyunca yönetmiş.

14 Şubat 2019 Perşembe

Diplomatik uygulamalar üzerine tarihten notlar

Bu yazıda, diplomatik uygulamarın tarihine dair kısa notlar paylaşacağım. Bugünkü uygulamaların gelişimine dair ilginç bir konu olduğunu düşünüyorum.

Ritüel ve törenlerin sembolik önemi

Sembollerin önem taşıdığı on altı ve on yedinci yüzyıllarda, diplomatik seremoniler de birer güç ve statü göstergesiymiş. Bu dönemde, diplomatik temsilcileri karşılamak için üst düzey yetkililer ya da kraliyet ailesinin mensuplarının gönderimesi, sıklıkla başvurulan bir uygulama haline gelmiş. Ayrıca, diplomatların göreve başlarken yaptıkları törensel konuşmalar da, dikkatli bir şekilde takip edilir olmuş. Diplomatların göreve başlarken yaptıkları (ve yapmaları gereken) ilk işlerden birinin, bulundukları devlette bir konuşma yapmaları, bu dönemdeki diplomatların öncelikle bir 'orator' olarak adlandırılmasına yol açmış.

Orta çağın diplomatik ritüellerinde dinin de önemli bir rol oynadığını da belirtelim. Öyle ki bu dönemde görüşmeler bir dua eşliğinde başlar, anlaşmalar da duruma mukaddeslik kazandırmak adına kilise ya da manastırlarda imzalanırmış. Ritüellere büyük değer verildiği ve bugünkü diplomatik sistemin oluşmaya başladığı yıllarda, törensel düzenlemelerdeki değişiklikler, hem temsil edilen hem de temsilin ifa edildiği devletin ya da hükümdarın statüsünde düşüş ya da yükseliş olarak algılanıyormuş.

Diplomatlara yönelik algının değişmesi

Diplomatların, on beşinci yüzyılın ikinci yarısına kadar birer ajan olarak görüldüklerini, ve bu nedenle bazı yerlerde kain elçilerin kabul edilmelerinin önünde bir takım engeller olduğunu görüyoruz. Bunların en başında, şüphesiz ki hükümdarların diplomatları kabul etme konusunda oldukça isteksiz davranmaları geliyor. XI. Louis, VII. Henry, II. Ferdinand ve I. Maximilian'ı, diplomat kabul etmeye sıcak bakmayan liderlere örnek olarak gösterebiliriz. Kabul ettikleri durumlarda da, diplomatın temsil ettiği devletten daha büyük bir beklenti içine giriyorlarmış. Mesela, topraklarında bir diplomat kabul eden bir hükümdarın, bunun karşılığında diplomatı gönderen yerde iki temsilci bulundurmayı talep ettiği oluyormuş.

Bilgi akışının hızlanması

Venedik'teki Milan elçisinin merkezden sekiz gündür bir talimat alamadığına dair şikayet etmesi, on beşinci yüzyılın ikinci yarısında bilgi akışının önceki dönemlere göre önemli ölçüde hızlandığının bir göstergesi. On altıncı yüzyılın başlarında ise, Avusturyalı Habsburg diplomatlarının merkeze iki ya da üç günde bir bilgi aktardıklarını görüyoruz. Buna ek olarak, gazete nevi yayın organlarının olmadığı bir çağda, diplomatların bilginin yayılmasında hayati bir rol oynadıklarını not edelim. Örnek olarak, diplomatların Portekiz ve İspanyol keşiflerinin yayılmasında oynadıkları rolden bahsedebiliriz.

Tabi bilginin sınırlar arasında taşınması, taşınan kritik ve hassas içerikli bilgiyi koruma ihtiyacını da beraberinde getirmiş. Tebdilikıyafet halde seyahat eden diplomatik kuryelerin, yolda saldırıya uğrama ya da bir hata sonucu taşınan mesajı çaldırma veya kaybetmeleri riskine önlem olarak, diplomatik yazışmaların şifrelenmesine başlanmış. Ayrıca, mesajların birden fazla kopya halinde ve farklı rotalarla gönderilmesi gibi yollara da başvurulurmuş.

7 Şubat 2019 Perşembe

Franz Ferdinand öldürülmeseydi

Avustuya-Macaristan ordusunda general ve aynı zamanda Bosna valisi Oskar Potiorek'in, 26-27 Haziran 1914'te Bosna'da yapacağı askeri manevrayı izlemeleri için, Arşidük ve veliaht Franz Ferdinand ile eşi Kontes Sofi'yi Saraybosna'ya (Sarajevo) davetinin, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan büyük bir savaşın fitilini ateşleyen olaylar zincirinin ilk parçası olacağını kim tahmin edebilirdi?

Sarajevo ziyaretinin öncesindeki sürece baktığımızda, güvenlik nedeniyle, bu seyahatin ertelenmesine dair bazı önerilerin de gündeme geldiğini görüyoruz. Buraya imparatorluğu temsilen yapılacak bir ziyaretin tehlikeli olabileceğine dair raporlar, Viyana'ya gönderilmiş. Hatta veliahtın eşi Kontes Sofi de ziyaretin yerel halk tarafından olumlu karşılanmayacağının farkındaymış. Franz Ferdinand'ın kahyası Karl von Rumerskirch'in de, yolculuktan bir gece önce Ferdinand'ı doğrudan uyararak, Sarajevo'ya gitmekten imtina etmesini Arşidük'ün dikkatine getirmiş. Ancak seyahatin iptalinin, imparatorluğun imajına dair kötü bir izlenim oluşturabileceği düşüncesi ağır basmış. Ayrıca, İmparator Franz Joseph de bu seyahati gerçekleştirmesi konusunda veliaht yeğenine ısrar etmiş.

Seyahatin iptal edilmesine dair öne sürülen sebepler, seyahatin öncesindeki süreçle de sınırlı değil. Öyle ki Franz Ferdinand'ın konvoyuna suikast öncesinde bir saldırı girişimi söz konusu olmuş. Konvoyun Sarajevo da uzun bir sokak olan Appel Quay'dan geçtiği sırada, Nedeljko Čabrinović isimli bir genç, polise Franz Ferdinand'ın hangi arabada olduğunu sormuş. Bu kişinin Genç Bosna örgütünün bir üyesi değil de sıradan bir vatandaş olduğunu düşünen polis, Arşidük'ün arabasını işaret etmiş ve genç adam, arabaya doğru bir el bombası fırlatmış. Ferdinand'ın şoförünün bunu fark ederek arabayı hızlandırmasıyla el bombası, yarbay Eric von Merizzi'yi taşıyan arabanın altında patlamış. Bombayı fırlatan genç adam, Miljacka Nehri'ne atlayarak izini kaybettirmiş.

Yaralanan Eric von Merizzi, olayın hemen ardından bir askeri hastaneye kaldırılmış. Buna rağmen Franz Ferdinand, Appel Quay'daki turu sonlandırmamış ve konvoy, belediye konağına doğru ilerlemeye devam etmiş. Ancak ucuz atlatılan bu saldırı, konaktaki seremoni boyunca veliaht Arşidük'ün aklını kurcalamaya devam etmiş. Bunu fark eden General Potiorek, ilk önce güzergahı değiştirmeyi önermiş. Franz Ferdinand da Sarajevo'daki turuna devam etmeden evvel, yaralanan yarbayı hastanede ziyaret etmek istediğinden, bu fikre sıcak bakmış. Konvoy, birkaç saat önceki saldırının gerçekleştiği Appel Quay'dan hızla çıkmış çıkmasına ama, konvoyun en önünde yer alan araba, yanlışlıkla Franz Joseph Sokağı'na sapmış ve konvoyun geri kalanı da bu hatalı dönüşü takip etmiş. General Potiorek, bu dönüşün yanlış olduğunu fark ederek arabaların durmasını ve geri dönülmesini emretse de, köşebaşında bekleyen ve tıpkı ilk saldırının faili genç gibi Genç Bosna üyesi olan Gavrilo Princip, cebinden çıkardığı altıpatları Arşidük Ferdinand ve Kontes Sofi'yi taşıyan arabaya doğrultmuş. Konvoya muhafızlık eden polislerden biri bunu fark etse de, Princip'in suç ortağı polisi durdurmuş ve Princip, Birinci Dünya Savaşı'nı başlatan iki kurşunu sıkmış.

Suikast, New York Times'ın 29 Haziran 1914 tarihli nüshasının ilk sayfasında, sağ sütunda duyulmuş.
Ferdinand yerine, General Potiorek ilk saldırıda hayatını kaybetseydi, Genç Bosna örgütü hedefine ulaşmış olur, ve Ferdinand'ın konvoyuna ikinci bir saldırı düzenlemekten imtina ederler miydi? Bu sorunun cevabını verebilmek için, örgütün o güne ve genel olarak Ferdinand'ın ziyaretine dair planlamalarına bakmak gerekir. Ancak, Arşidük öldürülmeseydi, Birinci Dünya Savaşı'nın en azından 1914'te başlamayacağını düşünmek, ilginç bir zihin egzersizi gibi duruyor.

Franz Ferdinand, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda Slav halklara daha ılımlı yaklaşan bakış açışını benimsemiş bir veliaht. Ayrıca, İmparatorluk içinde bu görüşe yakın olan, Macar Krallığı'nın başbakanı Istvan Tisza gibi üst düzey kişiler de var. Franz Ferdinand'ın Kayzer İkinci Wilhelm'le olan yakın ilişkisini ve dolayısıyla, Kayzer'in seçimleri üzerinde nüfuz sahibi olma ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerekir. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, Franz Ferdinand hayatta olsaydı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yönetiminde savaş destekçisi olan kesim etkisini kaybedebilirdi. Belki de Arşidük Ferdinand öldürülmeseydi, savaşın fitilini ateşleyen bir olay da gerçeklememiş olabilirdi.

1 Şubat 2019 Cuma

Osmanlı-Alman ilişkisinin ilginç örnekleri

Türkiye'de sıklıkla dile getirilen ana akım argüman, Enver Paşa'nın 'Alman hayranlığı' çerçevesinde Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'na girmesine neden olduğunu, bu nedenle de, alınan olumsuz sonuçların temel sorumlusu olduğu yönünde karşımıza çıkıyor. Ancak Osmanlı ile Alman İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin, Almanların Birinci Dünya Savaşı öncesi kendilerine destek aramak gibi kısa vadeli bir plandan daha derin olduğu, bazı çalışmalar tarafından öne sürülüyor. Gerçekten de, ilişkileri daha geniş bir çerçeveden ve bilhassa bugünün bakış açısından mümkün olduğunca uzaklaşarak incelediğimizde, karşımıza farklı sonuçlar çıkıyor.

Enver Bey sigara kutusu
Osmanlı subaylarının Alman askeri düzeninden etkilendikleri bilinen bir gerçek. Colmer von der Goltz tarafından reforme edilen Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'de eğitim gören Enver Paşa ve Mustafa Kemal, bunun iki ana örneğini teşkil ediyor. Bu ikilinin, Goltz Paşa'nın askerlik kurumunun sosyal yaşama daha fazla dahil olmasını desteklediği argümanını sunduğu Volk in Waffen isimli kitabını okudukları da belirtiliyor. Ayrıca, Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllara baktığımızda, Osmanlı'nın Berlin'deki askeri ateşeliğini üstlenen Enver Paşa'ya Alman eliti tarafından hayranlık duyulduğunu görüyoruz. Bu hususa örnek olarak da, o dönemde basılan 'Enver Bey' sigara kutuları ve Potsdam'daki Enver Paşa Köprüsü gösterilebilir. Bir başka örnek ise, Enver ve Talat paşaların Osmanlı'yı de facto bir şekilde yönettikleri dönemde Alman İmparatorluğu'nun üst düzey askeri yetkilileri tarafından sırasıyla 'Türk Moltke' ve 'Türk Bismarck' olarak adlandırılmış olmaları.

Alman Çeşmesi (kaynak: Fatih Belediyesi)
Osmanlı-Alman ilişkileri, daha öncesinde de bilhassa en üst yöneticiler seviyesinde de geliştirilmiş. Mesela Kayzer İkinci Wilhelm, Sultan İkinci Abdülhamit'i İstanbul'da birden fazla ziyarette bulunmuş. Bunlardan 1898 yılında olanı, Kayzer'in Filistin'e olan seyahatinin bir ayağı olarak gerçekleşmiş ve Kayzer, bu ziyareti sırasında Osmanlı'ya bugün Sultanahmet'teki At Meydanı'nda yer alan Alman Çeşmesi'ni (Kaiserbrunnen) hediye etmiş. Bu nedenle, çeşmenin kubbesinin, Alman askerlerinin kullandığı miğfere olan benzerliğine de şaşırmamak gerekir. Kayzer'in daha önceki bir ziyareti öncesinde de, Kayzer'in konaklaması için Yıldız'da inşa edilen prefabrike köşk, Hereke'ye taşınmış. Aynı zamanda bir marangoz olan Abdülhamit Han, bu köşkün incelik isteyen oyma işlerini bizzat üslenmiş.

27 Ocak 2019 Pazar

Diplomasinin sınırları: 17. yüzyıl Osmanlı-Fransa diplomasisinden bir örnek

Yıl 1659. Kandiye Kuşatması sırasında, Venedik ordusunun Vertamont isimli bir mensubu, generalinden İstanbul'a gitmek için izin istemiş. Vertamont'un asıl niyetinin Türk olmak olduğunun farkında olmayan generalin buna müsaade etmesinin ardından, Vertamont soluğu İstanbul'da alarak Osmanlı otoriterilerine mühtedi olmak istediğini, dahası, elinde padişahın ilgisini çekebilecek önemli mektuplar olduğunu bildirmiş. Ancak bu mektupları teslim alan Osmanlı yetkilileri, mektuplardaki şifreli dili çözmeleri mümkün olmadığından, o sıralarda İstabul'da bulunan Quiclet adındaki bir şifre çözücüden yardım istemişler. Quiclet'in maddi durumu hayli kötüymüş ve bu işten bir gelir elde edeceğini ümit ederek, Osmanlıların işini üstlenmeyi kabul etmiş.

Bu durumun kulağına çalındığı Fransız büyükelçi De La Haye, Quiclet'i konağına davet etmiş. Büyükelçinin davetini belki de kendisine başka bir gelir kapısı açılacağı şeklinde değerlendiren Quiclet, teklifi kabul etmiş etmesine ama büyükelçi De La Haye'in niyeti, mektupları deşifre edecek olan Quiclet'i etkisiz hale getirmekmiş. Büyükelçi, ona etrafı gezdirdiği esnada Quiclet'i konağının bahçesinin terasından aşağı atmış.

Büyükelçi Monsieur De La Haye'ın, üst düzey Osmanlı yetkilileri ile sık sık anlaşmazlık yaşayan bir diplomat olduğunu Jean Chardin'in notlarından öğreniyoruz. De La Haye'in, kendisinden sonra yerine atanan oğlu da, Osmanlı diplomasi tarihinde ilginç bir örneği teşkil ediyor. O dönemde Osmanlı ile Fransa arasında sık sık yaşanan diplomatik usül sorunları, oğul De La Haye'in ev sahibi devlet Osmanlı tarafından fiziki kuvvet görmesiyle sonuçlanmış. Bazı tarihçiler, büyükelçinin teamülleri yerine getirmediği gibi, sadrazama karşı saygısızca davranarak, buna kendisinin sebep olduğunu ima ediyorlar. Chardin'in seyahatnamesinde de, hem De La Haye'in kendisinin hem de kendisinden sonra Bab-ı Ali'ye atanan oğlunun teamüllere karşı geldiğine dair bazı örnekler bulunuyor.

Chardin seyahatnamesine baktığımızda, De La Haye'in Osmanlı'da uygulanan bir diplomatik geleneğin dışına keyfi olarak çıktığını görüyoruz. İstanbul'da mukim diplomatlar, göreve gelen yeni sadrazamı Bab-ı Ali'de ziyaret ederek, ona hediye sunarlarmış. Ancak De La Haye, görev yaptığı dönemde (Köprülüler döneminin hemen öncesi) sadaret makamındaki istikrarsızlık sürerken, sık sık hediye takdim etmek ve ziyarete gitmenin gereksiz bir külfet olduğunu düşünmeye başlamış ve bir noktadan sonra yeni sadrazamlara hediye vermeyi ve hatta ziyaretlerine gitmeyi kesmiş. De La Haye, bu düşüncesini Köprülü Mehmet Paşa'nın sadrazamlığa gelişinde de takip ederek , Köprülü'nün de kendisinden öncekiler gibi kısa süre içinde bir başkası tarafından değiştirileceği kanaatine varmış. Köprülü'nün beklediğinden çok daha uzun bir süre sadaret makanında kaldığını gören büyükelçi, kendisine geç bir nezaket ziyaretinde bulunmuş ve geleneğe uygun olarak hediyesini de takdim etmiş. Bu gecikmiş ilk ziyarete gücenen Köprülü'nün De La Haye ile olan ilişkileri, o günden beri olumsuz seyretmiş.

İkinci ayrışma ise oğul De La Haye döneminde gerçekleşmiş. Köprülü Mehmed Paşa döneminde babasına yapılan muameleyi de bilen De La Haye, belki de Paris'ten aldığı talimatlar gereği, Osmanlı vekilleriyle yaptığı görüşmelerde sıklıkla Fransa'nın gücünden bahsetmiş. Bu durumdan hoşnut olmayan sadrazam, oğul De La Haye'in Bab-ı Ali ziyaretleri sırasında teamül dışına çıkarak kendisini (De La Haye'i) yerinden kalkmadan kabul etmiş. Kendisine yönelik bu tavrın tekrarlanmasından rahatsızlık duyan De La Haye, kendisine diplomatik adetler gereği muamele edilmezse kapitülasyonları iade edeceğini ve Fransa'ya döneceğini belirtmiş. Bu reaksiyona iyice sinirlenen sadrazam ve vekiller, De La Haye'e hakaretle cevap vermişler ve De La Haye de bunun üzerine soğukkanlılığını kayberedek, kapitülasyonların yazılı olduğu metni sadrazamın dizlerine atmış. Sofadan çıkmaya yeltenen büyükelçi, kapıda durdurulmuş ve sarayın bir odasında bir süre tutsak edilmiş.

24 Ocak 2019 Perşembe

Evliya Çelebi'nin Ankara notları

Evliya Çelebi, Osmanlı'yı ve hinterlandını tanımak için 1640-1685 yılları arasındaki seyahatlerinde Ankara'ya da uğramış. Şehrin tarihine ve günlük yaşantısına dair anlatımı, Ankara'yı anlamamızda birincil deneyime dayalı olması bakımından önemli bir kaynak.

Evliye Çelebi, Ankara'nın Farsça'da Anguriya olarak adlandırıldığını, bunun nedeninin de şehirde, Farsçası 'angur' olan üzümün bol bulunur olduğunu kaydetmiş. Roma İmparatorluğu döneminde de şehirde bulunan yaklaşık 40,000 işçinin, 40 ceviz ve bir somun ekmeklik 'ankariye' aldıklarınından dolayı, şehrin Ankariye olarak anıldığını belirtmiş. (Bu bakımdan 'ankariye', sanıyorum ki yevmiye anlamını karşılıyor). Ayrıca Evliye Çelebi, Ankara kelimesinin kökeninin, sözel geleneğe göre Kayseriye ve Engürü kelimlerine benzer olduğu notunu düşmüş.

Tatarların Ankara için Kirmen-i Angar (Angar hisarı), Moğolların Anagra, Germenlerin Anguriyapol ve Konstantinopol isimlerini kullandıklarını, Türkçe'de ise Engürü, Ankırı, İnkırı, Aydınkırı, Unkuru ve Anguru tabirlerini aldıklarını Evliye Çelebi'nin seyahat notlarından öğreniyoruz.

Evliye Çelebi, Ankara keçisinden elde edilen ve 'başka bir yerde eşi benzeri bulunmayan' yün ile Ankara tuğlasının meşhur olduğunu belirtmiş. Ayrıca, şehrin, konumu itibarıyla kuşatmasının zor olduğu, Hacı Bayram Veli'nin öğretisinin şehirdeki dervişler tarafından sıkı bir şekilde takip edildiği ve şehir halkının dinlerine bağlı oldukları, Evliye Çelebi'nin notlarında yer bulmuş. 

Evliya Çelebi'in rüyası

Evliya Çelebi'nin Ankara notları arasında, buradayken gördüğü ilginç bir rüyaya da rastlıyoruz. Evliya Çelebi'nin rüyasında gördüğü orta boylu bir adam, Çelebi'ye kendisinin 'Er Sultan' olduğunu ve Oduncu Çarşısı'ndaki (Woodcuters' Market) bir mezarda yattığını, ertesi günün sabah namazından sonra Evliya Çelebi'ye kendisine (Er Sultan'a) benzeyen bir adam göndereceğini,  Evliya Çelebi'nin bu adamın elini tutarak Ankara'yı gezmesini ve akabinde kendisini ziyaret etmesini söylemiş.

Evliya Çelebi, devam eden rüyasında ertesi sabah uyanarak sabah namazını ihya ettiği camiden çıktığında, bir gün önce gördüğü adamı görmüş ve bu adam kendisine şöyle demiş: 'Evliya Çelebi, sen misin? Rüyamızda Er Dede beni sana gönderdi. Hadi, kendisini ziyaret edelim'. Muhtemeldir ki bu kişi aslında Evliya Çelebi'nin bir gün önce gördüğü kişi değildi. Evliya Çelebi'nin böyle düşünmesinin arkasındaki sebep, bu adamın Er Sultan'a benzemesidir (Er Sultan'ın bir gün önce bahsettiği gibi). Bunun üzerine Evliya Çelebi, bir besmele çekerek bu adamla yola koyulmuş.

Evliya Çelebi, Er Sultan'ın direktiflerini takip ederek bu adamın elini tuttuğunda, ellerinde neredeyse hiç kemik olmadığını, tıpkı bir hamur gibi olduğunu hissetmiş. Er Dede, Er Sultan'ın mezarını göstermek için Evliya Çelebi'nin elini bıraktığında gözden kaybolmuş ve Evliya Çelebi de, yakınlardaki bir binadan içeri girdiğini sanarak, bu binanın kapısını açmış. Karşılaştığı manzara, içinde o dönem Ankara'da bulunan Varvar Ali Paşa'nın hizmetkarları ve katırcıların sefahat sürdüğü bir meyhaneden başka bir şey değilmiş. Bunlardan biri, 'Evliya Çelebi, gel de bir boza iç' diye bağırınca, Evliya Çelebi utanç içinde bu mekandan çıkarak Er Sultan'ın mezarına doğru koşmaya başlamış.

Sonrasında karşısında çıkan Er Sultan'a mealen şöyle demiş: 'Aziz şeyhim, sözünü tuttun ve bana bahsettiğin zatı gönderdin. Ancak, o zat benim elimi bıraktığında yolumu kaybettim. Muhammed aşkına, bir daha beni rehbersiz bırakma ki yolumu kaybetmeyeyim. Sözum olsun ki, senin ruhun yüzü suyu hürmetine Kuran hatmine başlayacağım'. Er Sultan, kendisine (yine mealen) şöyle cevap vermiş: 'Yalnız kalmayacaksın Evliya Çelebi, çünkü sen hafızasında Kuran'ı tutan ve Allah dostlarını seven birisin. Paşa'na [Varvar Ali Paşa'ya], Celali olmaktan vazgeçmesini ve benim güzel Ankara'mdaki insanlara zarar vermemesini söyle'.

Evliya Çelebi, bu rüyasını Varvar Ali Paşa'ya anlatmış ve ondan, şehirdeki alay komutanlarına, Sekban ve Sarıcalara savaş malzemelerini teslim etmesini emretmesini istemiş. Paşa, Evliya Çelebi'nin bu isteğini yerine getirmiş. Enteresandır ki Evliya Çelebi, Ankara'ya dair bu notlarının sonunda, Paşa'nın da rüyasında Er Sultan'ı görmüş olabileceğini, zira Paşa'nın kendisine anlattığı rüyanın, kendi gördüğü rüyayla paralel olduğunu belirtiyor.

8 Aralık 2018 Cumartesi

Kent'ten Tunus'a uzanan bir yol: John Ward ya da Yusuf Reis

Peter Lamborn Wilson, Pirate Utopias: Moorish Corsairs and European Renegadoes isimli kitabında ilginç bir soru soruyor: Avrupa demokrasisinin korsanlara (corsairs) bir borcu olabilir mi? Wilson'ın bu sorusunun arkasındaki motivasyon, korsanların bağımsız bir şekilde hüküm sürdüğü, bugün Fas sınırları içinde bulunan Sale Cumhuriyeti'nin (ya da Bou Regreg Cumhuriyeti) 16 ve 17.yüzyıllardaki iki meclisli bir yönetim sistemine sahip olması. Ayrıca, Sale'nin bazı değerleri Avrupa'dan daha önce sahiplendiğine dair iddialar, sadece yönetim yapısıyla ilgili değil. Öyle ki burası aynı zamanda zorla Hıristiyanlığı benimsemek durumunda kalan ve İspanya'yı terk eden Morisco'lara da ev sahipliği yapmış. Wilson'ın kitabında verdiği bilgilere göre, burada insanların etnisiteleri ve inançları, yaptıkları işin arkasında kalıyormuş. Tabi ki Sale gibi, köleliğin başat rol oynadığı bir yeri anlamaya çalışırken, eşitlikçi bir yapıdan bahsetmek zor. Ancak Sale'deki korsanların birer sosyal hırsızdan ziyade, eşitlik yanlısı bir anlayışı benimseyen tacirler ve yeri geldiğinde yağmacılar olduğu ihtimalini de göz önünde bulundurmakta yarar var. Bu noktada Wilson, Sale'li korsanların ganimeti belirli bir standarta göre dağıttıklarına ve esasında kaptanın en fazla payı almadığı durumların mümkün olabileceğine dair örnekler veriyor.

Wilson'ın kitabının ilginç tarafı sadece bu provokatif (belki de spekülatif) tarih tezlerinden ibaret değil. Kendisi aynı zamanda bazı ilginç figürleri de tanıtıyor. Bunlardan biri John Ward, ya da diğer ismiyle Yusuf Reis. Ward, 1553'te Kent Faversham'da dünyaya gelmiş. 50 yaşına kadar privaterring denilen, bir nevi hükümetten izinli korsanlık yaparak geçimini sağlamış. 50 yalından sonra yıllarını meteliksiz bir şekilde Plymouth'ta geçirirken, donanmada hizmet vermeye başlamış (Wilson, Ward'un buna zorlanmış olabileceğini belirtiyor). Ancak Ward, İngiliz donanmasındaki hayatın bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri olabileceğini görmüş ve iki hafta sonra 30 kadar tayfayı da arkasına alarak donanmaya ait bir gemiden okyanus sularına atlamış. Sonrasında Plymouth limanında demirli ufak bir gemiyi çalarak yepyeni bir kariyere, korsanlığa başlamış.

Gemicilikte deneyimli Ward, öncelikle İrlanda'nın korsanlara misafirperliğiyle bilinen limanlarına demir atmış. Daha büyük bir gemiyi ele geçirdikten sonraysa, Akdeniz'e açılmaya karar vermiş. Aslında Cezayir'e ulaşmayı hedefleyen Ward, burada düşmancıl bir şekilde karşılaşabileceği düşüncesiyle ilk olarak kontrolü altındaki filoyu Akdeniz'de elde edeceği kazanımlarla geliştirmeye karar vermiş.

Bu süre içinde Tunus'ta yeniçerilerin başında 1594'ten beri hüküm süren Cara Osman ile bir işbirliğine girmiş. Ward, Akdeniz'de elde ettiği ganimeti Cara Osman'ın güvenli depolarında saklayacak, Osman da bu ganimetin satışından pay alacakmış. Bu işbirliğinden gelen karı artırmak isteyen Cara Osman, Ward'ın mürettebatına hem işgücü hem de envanter katkısında bulunmuş ve Ward gün geçtikçe daha da güçlenmeye başlamış. Yıllar içinde Ward, Akdeniz ticaretinin bilinen bir ismine dönüşmüş.

Akdeniz'de önemli bir alanı kontrol altına alan Ward, nihayetinde İngiliz kraliyetinin dikkatini çekmiş. İngilizler Ward'a bir miktar rüşvet teklif ederek yeniden kendileri için çalışmasını istemişlerse de Ward bu teklifleri reddetmiş. Wilson'a göre bu karar, Ward'ın artık bir korsan olarak yaşamına son vermekte kararlı olduğunun bir göstergesiymiş.

Zaman içinde Tunus halkıyla da iyi ilişkiler kuran Ward, 1609'da 'Türk olarak' (turn'd Turke) Yusuf Reis ismini almış. Ward, daha sonra İslamiyet'i de benimseyerek, zamanın dogmatizmine karşı korsanlığın pragmatizminin bir örneğini sergilemiş.

Hayatının son günlerini Tunus'taki mermer sarayında geçiren Faversham'lı John Ward, 1623'te Yusuf Reis olarak okyanusun derinliklerine yelken açmış.

Sosyal bilimler, doğa bilimleri ve 'ilerleme' üzerine

Hobbes, Hume ve Pareto gibi sosyal bilimcilerin, teorilerini klasik fiziğin varsayımlarını ödünç alarak geliştirdikleri söylenebilir (en azı...